Bu Blogda Ara

31.12.09

Fincan ve Kahve

İş yaşamında önemli yerlere gelmiş bir grup eski mezun arkadaş grubu üniversitedeki hocalarından birini ziyarete gitmiş.

Çeşitli konular konuşulduktan sonra sohbet işin yarattığı strese ve hayatın zorluklarına gelmiş.

Yaşlı üniversite hocası ziyaretçilerine kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş ve değişik boy renk ve kalitede bir çok fincanın bulunduğu bir tepsiyle geri dönmüş.

Kimi porselen kimi plastik olan fincanları ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarını söylemiş.

Tüm eski öğrenciler kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde hocaları onlara şunu söylemiş:

-"Farkına vardınız mı bilmem masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı. Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal ama işte bu demin bahsettiginiz problemlerinizin ve stresin nedeni. Hepinizin istediği fincan değil bilinçli olarak herbiriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız. Yaşam kahveyse para ve mevki fincandır. Bunlar yalnızca Yaşam' ı tutmaya yarayan araçlardır ama Yaşam' ın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen yalnızca fincana odaklanarak içindeki kahvenin zevkini çıkarmayı unutabiliyoruz."

2.12.09

Halil İbrahim Bereketi

Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.

Büyüğü Halil.

Küçüğü ise İbrahim...

Halil, evli çocuklu.

İbrahim ise bekârmış...

Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...

Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.

Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.

İkiye ayırmışlar.

İş kalmış taşımaya.

Halil, bir teklif yapmış :

İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle.

Peki, abi demiş İbrahim...

Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:

Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine

Böyle demiş ve

Kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.

Haydi İbrahim. De miş, önce sen doldur da taşı ambara.

Peki abi.

İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.

O gidince, Halil düşünür bu defa:

Der ki:

Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var.

Ama kardeşim bekâr.

O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.

Böyle düşünerek,

Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.

Bu, böyle sürüp gider.

Ama birbirlerinden habersizdirler.

Nihayet akşam olur.

Karanlık basar.

Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.

Hatta azalmıyor bile.

Hak teala bu hali çok beğenir.

Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...

Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.

Şaşarlar bu işe...

Aksine çoğalır buğdayları.

Dolar taşar ambarları.

Bugün 'Bereket' denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: halil ibrahim bereketidir.

1.11.09

120


Muhakkak izlenmesi gereken bir film. Atalarımızın fedakarlığını biz birşeyleri hazır bulan nesil çok çabuk unutuyoruz. Yaşları 12 ile 16 arası olan (bize göre daha oyun çağında) 120 çocuk ve vatan için yaptıkları... Şuursuz yetiştirdiğimiz çocuklarımız ve sınav maratonu ile 6. sınıftan liseye kadar kendi sınavından başka birşey düşünemez hale getirdiğimiz çocuklarımız...


Onların suçu yok, Biz nasıl yetiştiriyoruz ona bakalım. İşten güçten, eve gelincede televizyondan okumaya, çocuğu ile ilgilenmeye vakit bulamayan baba, işten gelince yemekti, temizlikti, sonra da televizyona dalan çocuğu sadece büyütmek olarak görmek zorunda kalan anne, sadece öğretim yapıp eğitim yapamayan öğretmen, magazinden, yarışmadan kopamayan medya...



1914 yılı Haziran ayı...


O günler, ülkemizin büyük toprak kayıpları ve milyonlarca insanımızın da büyük perişanlıklar yaşamasına neden olan Balkan Harbi’nden henüz kurtulduğumuz günlerdir, yaralarımızı sarıp ülkemizi feraha çıkartmaya çalıştığımız barış günleridir.


İşte o günlerde henüz hayatının baharındaki Münire (Özge Özberk), lise müdürü olan babası Cemal öğretmen (Emin Olcay), kendisinden sadece birkaç yaş küçük olan iki erkek kardeşi Mehmet ve Mustafa’dan oluşan ailesiyle Van’da mesut ve mütevazı bir hayat yaşamaktadır ve nişanlısı Süleyman Teğmen (Cansel Elçin) ile çok yakında evlenecektir.


Fakat bu mutlu günler çok sürmez, Ağustos 1914’te Avrupa’da 1’nci Dünya Harbi’nin başlamasıyla birlikte ülkemizde de seferberlik ilan edilir. Varını yoğunu ordusu emrine veren halk, çocuklarını da askere gönderir, Süleyman Teğmen de cepheye gider.

Kasım 1914’te Rusların taaruzu ile harp ülkemize de sıçrar, Sarıkamış Harbi’nin başlamasıyla birlikte çatışmalar daha da yoğunlaşır. Sınır bölgesinde harp etmekte olan ve Süleyman Teğmen’in de yer aldığı Jandarma Tümeni’nden o günlerde Van’a gelen acil bir telgraf, süratle cephane yetiştirilmediği takdirde harbin ve Van şehrinin tehlikeye gireceğini bildirmektedir.
Ancak o günlerde Van karlar altındadır, hele şehrin dışında kar yüksekliği iki metreyi bulmakta, hayvanlar karlı dağları yürüyememekte, kağnı vs arabalar ise hiç işlememektedir. Yapılacak tek şey, cephaneyi 100 kadar yayanın sırtında nakletmektir. Ancak, şehirde resmî görevliler dışında, ihtiyarlarla kadınlardan başka çokaz sayıda “eli tüfek tutan erkek” kalmıştır; onlar da “TAŞNAK ÇETELERİ”ne karşı şehri ve ailelerini korumak için şehirde kalmak zorundadırlar... Akla gelen her çareye başvurulur, neticede, eğer kabul ederlerse bu yükü öğrenci çocuklarla göndermekten başka yapacak bir şey olmadığına karar verilir.


120 Tane kahraman çocuk yola koyulur. Fakat geriye 40 tane çocuk gelir. Bu kahramanlık destanı karlarla birlikte eriyip gider. Dönenlerinse sadece 22si hayatını sürdürebilir.

24.9.09

Peynirli Künefe



künefe deyince elbette Antakya akla gelir tarifide Antakyalılar'dan almak gerekir :D
Bende bir Anteke'li (Antakya şivesi ) olarak tarif verebilirim demektir.

not: miktar olarak şuanda yazamıyorum ama anneme sorup daha sonra güncelleyeceğim söz.

Malzemeler:
Tel kadayıf
Künefe Peyniri
Tereyağı
Şeker
Su

Güzel olanı tel kadayıf ve peynirin hataydan gelmesidir ama bulanmadığı durumlarda marketlerde satılan tel kadayıf ve dil peyniri ilede yapılabilir.

Yapılışı:

Antakya'da neredeyse her evde bakırdan yapılma künefe tepsisi vardır. Anlıcağınız herşeyi özeldir bu tatlının. Ama dert etmeyin dışarıda yaşan biz gibi garibanlar künefeyi teflon tavada yapıyoruz, oda iş görüyor. Hatta daha kolay olduğu için teyzem anneme İstanbul'dan Karadenizliler'in hamsi tavasından aldı. Annemde onda yapıyor.

evet devam edelim, kadayıfa eritilen tereyağı yedirilir ve kadayıf küçük küçük kırılır (tahtada ince ince kıyıladabilir). tava/tepsi terayağı ile yağlanır. malzeme 2 ye bölünür. yarısı tepsiye/tavaya basılır. üzerine peynir ufalanır ve hertafa eşit olacak şekilde yerleştirilir. kadayıfın 2. yarısı peynirin üzerine eşit şekilde serpilerek basılır. orta ateşte tava/tepsi çevrile çevrile künefenin bir yüzü pişirilir. dikkatli bir şekilde bir tepsi yardımı ile künefe ters yüz edilerek diğer yüzü alta getirilir.

(buna Antakya'da künefeyi atmak denir. bir tepsi yarımıyla çevrilmez künefe. bu işin ustaları tepsiyi şöyle bir sallayıp hop diye attımı künefe çevrilmiş olur. tabi bazen kazara künefe 2 yede katlabailir :D, genelde bir misafir geldiğinde babacığımın talihsizliğidir katlanıverir künefe. sonra anneciğim kevgirlerle düzeltir ama sinir küpü olmuştur.)

nerde kalmıştık, evet 2. taratfa pişirilir. bir taraftan su ve şeker karışımı şerbet hazırlanır. şerbetin kıvamı kaşıkla kontrol edilir, eğer kaşıktaki son damla hemen damlamıyor uzuyorsa (Antakya'da buna sünüyorsa denir) olmuş demektir. Ya şerbet ılık yada künefe ılık olacak şekilde ayarlanır. ikiside sıcak değil dikkat. son hamle şerbet ile künefe buluşturulur. ve sıcak sıcak servis edilir.

dilimleri ayırmaya çalışırken harika künefe peynirimizin marifeti ortaya çıkar, peynirler süner.



afiyet olsun....
not: dikkatinizi çekerim Antakya künefesi fırında pişirilmez, fırında verilen tarifler Antakya'ya has değildir
Şenay hocam künefe yapımının her aşamasını çok güzel resimlemiş sağolsun, görünce bende kaynak olarak göstersem çok iyi olacak diye düşündüm :


12.9.09

Günün İftar Menüsü

Bugünkü misafirlerim yeni evli 2 arkadaşım ve eşleri idi. Çok keyifli bir akşam geçirdik. Eşlerinde iyi bir iletişim kurmaları bizi sevindirdi. ailecek görüşmek dilekleri ile misafirlerimizi uğurladık.

Akrabalardan uzak, yoğun iş hayatı içinde insan samimi dostluklar kurabileceği, teklifsiz gidip gelebileceği, ailecek görüşebileceği ilişkilere ne kadar çok ihtiyacı duyuyor. Richard Bach, Hiç Hir Şey Rastlantı Değil adlı kitabında şöyle diyordu: "Dost denilen şeye şükürler olsun." Kesinlikle katılıyorum.

işte bu günün menüsü:

Mantılı Çorba- Yeteri kadar su, içine haşlanmış buğday (Yarma) varsa haşlanmış nohut koyarak kaynatıyoruz. Buğday yoksa pirinçte olur. Kaynayan suya kıvamı yetecek kadar tuzlu yoğurt koyuyoruz. Bir iki taşım kaynadıktan sonra içine mantıları atıyoruz. Mantılar suyun yüzüne çıkana kadar pişiriyoruz. Üzerine yağ yakıyoruz ve nane koyarak süslüyoruz.

tuzlu yoğurt bizim için vazgeçilmezdir. Taze yoğurtla yapılan bütün çorbalarda kullanırız, ayrıca boranye (borani- ıspanaklı yada kabaklısı olur) de ve kahvaltıda (zeytinyağlı, baharatlı olabildiği gibi, yağ ve biber salçası ile kavurarakda harika olur) kullanırız.

Fırın Poşetinde Tavuk- Tavuk butları ve patates terbiyelenir. Terbiye için 1 kaşık taze yoğurt (taze yoğurt deme ihtiyacı hissettim çünkü bizde yoğurt deyince tuzlu yoğurtta akla gelir :D), zeytinyağı, soğan (yarım ay şeklinde kalın kalın), sarımsak ve baharatlar (kekik-zahter-, nane, kimyon, karabiber, toz biber) karışıtırılır. tavuklar ve patates bu bu terbiye içinde en az 1 saat buzdolabında bekletilir. Daha sonra fırın poşetine az unlanarak içine malzeme yerleştirilir, poşetin üzerinde birkaç delik açılır ve 200 derecede pişirilir.

Pilav
Taze Fasulye
Marul Salatası
Şeftali Kompostosu

Sodalı Börek- Oktayustam.com-Sodalı Börek, ellerine sağlık Oktay ustam, harika oldu, su böreği tadında çok güzel bir börek, gayette basit.

İncirli Tatlı- tarif Vildan hocamdan, oda internetten almış ama tam kaynağı bilmiyorum. Benzer bir tarif oktayustam.com'da var.

Malzemeler:

Kek:

6 adet kuru incir, suda ıslatılmış, ufak doğranmış
1 su bardağı ceviz içi
1 su bardağı toz şeker
1 su bardağı un
3 yumurta
1 paket (1tatlı kaşığı) kabartma tozu

Şerbeti:

1,5 su bardağı su
1 yemek kaşığı nescafe
yarım su bardağı toz şeker

Muhallebi:

2 yemek kaşığı nişasta
2 yemek kaşığı un
1lt süt
5 yemek kaşığı toz şeker
inmeye yakın 50gr tereyağı
piştikten sonra 1 poşet toz krem şanti

Hazırlanması:

1-Kek için yumurta ve şekeri çırpın, cevizi, unu, kabartma tozunu ekleyip karıştırın. En son inciri ekleyip dikdörtgen borcama dökün (küçük bir borcam değil orta büyüklükte olsun, ben biraz küçüğe koymuşum, kalın oldu ve içinin pişmesi zor oldu) ve 160C de pişirin (incirden dolayı düşük ısıda pişmesi gerekiyor).
2-Pişerken krem şanti haricindeki malzemelerle muhallebiyi yapın. Piştikten 5 dakika sonra 1 poşet toz krem şantiyi ekleyip mikserle çırpın.
3-Kek piştikten sonra 3-4 dak. havalandırın. Şerbet malzemelerini karıştırıp (pişirmeden) kekin üzerine dökün. 5 dakika sonra muhallebiyi üzerine yayın, buzdolabında 2-3 saat bekletin.

NOT: ben krem şanti koymuyorum. :) (Vildan koymuyormuş bende koymadım bugün vakit yoktu :D, ama konsa güzel olur)

7.9.09

İki Fıkra- iki hakikat

Juan, motosikleti ile Meksika sınırına gelir. Arkasındaki iki büyük çantayı gören sınır polisi şüphelenir ve içinde ne olduğunu sorar . Juan: 'Yalnızca kum', diye yanıt verince polis: - Aç bakalım çantaları, der. Juan çantaları açar, polis didik didik kontrol etmesine rağmen kumdan başka birşey bulamaz çantada !Bununla yetinmeyen polis, gece yarısına kadar kumu her tür tahlilden geçirtir ancak saf kumdan başka birşey yoktur ! Polis, çantalarını Juan'a geri verir ve sınırdan geçmesine izin verir.

Ertesi gün Juan motosikletinin arkasında iki büyük çantayla tekrar sınırda belirir. Polis Juan'ı gene durdurur, didik didik arar, bir şey bulamaz ve Juan'ı serbest bırakmak zorunda kalır. Bu olay, polis emekli olana dek yıllarca devam eder !

Bir gün emekli polis Meksika'da bir barda otururken Juan'ın içeri girdiğini görür ve derhal yakasına yapışır; - Senin yıllardır bir şeyler kaçırdığından eminim. Çıldıracağım... Geceleri uyku uyuyamıyordum senin yüzünden. Lütfen anlat bana ne kaçırdığını.
Aramızda kalacağına emin olabilirsin.

Juan gülümseyerek yanıtlar: 'Motosiklet'

DETAYLA BOĞUŞURKEN ÖZÜ KAÇIRMAYALIM :)

********************************************************

ESAS AKIL

Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:- Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?

Doktor:

- Bir kuveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan ve bir kova. Sonrada kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?



Adam:

- Ooo ! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova kaşık ve fincandan büyük.

- Hayır, der doktor.Normal bir insan küvetin tıpasını çeker.

BİZE SUNULANLARIN DIŞINDA DA ÇÖZÜM BULABİLMEKTİR AKIL :)

Bugünün iftar menusu

Bugün iftarda misafirlerim (eşimin ve benim hocalarımız) vardı, hazırlığa dünden başladım :)

işte menum:

Mercimek Çorbası-kaynak: oktayustam.com-Havuçlu Patetesli Mercimek çorbası
yalnız havuç yoktu koymadım birde ben baharat olarak kimyonda koyarım mercimek çorbasına farklı bir tat veriyor, tavsiye ederim. Birde suyunu koyunca biraz limon tuzu yada limon suyu koyarsanzı çorba sarı oluyor.

Zeytinyağlı Barbunya- kaynak: oktayustam.com-Barbunya Pilaki
salçayı nerde koyacağımızı tarifte söylememişler, bende koymadım :D

Rulo (Dalyan, Rosto) Köfte - kaynak:Polimer Grubu Heryerde- Rulo Köfte
galeta unu yoktu, ekmek içi koydum.

Pilav-

Mevsim Salatası-

Güllaç-

Patetesli Rulo Börek: kaynak-Lezzet Gemisi- Patatesli Rulo Börek
bir rulo ile (3 yufka) dilim kalınlığına göre değişsede en az 20 dilim çıkıyor.

Zeytinyağlı Sebze Sote: kaynak - Emine Abla :D. perşembe günü bir iftara davaetli idim, oradaki abla yapmıştı ve hepimizin çok hoşuna gitti. tabi hemen tarifi aldık, bende bugün yaptım. benim de misafirim çok beğendi. işte tarifi:

Sebzeler (Kabak, Patlıcan, Kırmızı Biber), 10 cm uzunluğunda, yarım cm kalınlığında ince dilimlenir. bu dilimler tekrardan ince ince dilimlenir. anlıcağınız sebzelerden 1,5 kibrit boyunda, 2 kibrit genişliğinde ince dilimler elde ediyoruz.

herbir sebzeyi ayrı ayrı az bir zeytinyağı ile harlı ateşte öldürüyoruz-soteliyoruz. Tüm sebzeyi karıştırıp biraz limon, tuz ve yine az zeytinyağı koyuyoruz. Ve maydonoz da doğrayarak süslüyoruz ve servis ediyoruz. soğuk olması iyi olur. yemekten önce yapıp dolapta bekletmek tadını güzelleştiriyor.

not: resim koyamadığım için özür dilerim, malesef iftar telaşından çekemedim.

Afiyet olsun...

4.9.09

Okmeydanı Ağız ve Diş Hastalıkları Hastanesi

Geçen bir arkadaş eşime bu hastaneden bahsetmiş. Hemen internetten araştırdık. Hem hastanenin sitesi, hemde gittiğimde hastanenin çalışması yüzümde bir tebessüm oluşturdu. Türkiyede sağlık alanında iyi hizmetler verilmeye başlandığını gösteren bir örnek oldu.

şimdi benim hoşuma giden yanlar:

1- internet sitesinde gayet açıklayıcı bilgiler mevcut, mesala ssk lı olarak memur olarak hastaneye başvururken yanında olması gereken evraklar bilgisi var, hastanede işleyişi anlatan bir yazı var, fiş almanız gerektiğ, randevu kartı düzenlendiği vs vs
2- online randevu imkanı var, ki sadece tc kimlik numaranızı yazıyorsunuz, sistem sizi oatamatik tanıyor ve istediğiniz saate randevuyu alabiliyorsunuz.
3- hastaneye gittiğinizde tckimlik nolu nufus cüzdanınızı veriyorsunuz zaten randevunuzda var, size hemen bir sıra numarası veriyorlar.
4- hekim seçme şansınız var, ben XX doktorunu istiyprum diyorsanız size ondan bir sıra veriyorlar.
5- hiç sıra beklemeden hemen muayene olduk (tabi özel istekle çok yoğun bir doktora düşmedi iseniz)
6- çok öenmli bir noktasıda bu hastene sadece agız ve diş sağlığına bakıyor. yani bir ihtisaslaşma mevcut.

eksi yanları ise:
1- internet sitesinde nasıl gidilir daha net anlatılabilir. zira metrobuüsten inince hemen karşınızda.
2- biraz kalabalıktı (ama bununda istanbulda tek bir hasten olduğunuz düşünürsek yine de boş sayılırdı ki biz hiç beklemedik.)
3- diş çekimi için 1 hafta, dolgu için 2 ay sonraya randevu verdiler, bu biraz sıkıntı. gerçi çekimden sonra dolgu için belkide ağız içinin iyileşmesi lazımdır onu tam bilemiyorum

iyisiyle kötüsüyle yetkililere bu hastene için teşekkür ediyorum, en yakın zamanda sayılarının artmasını temenni ediyorum.

Hastanenin web sayfası: http://www.istanbulagizdis.gov.tr/

nasıl gidilir: Metrobüs SSK hastenesi durağında inilir. Avcılar yönüne giderken solda, mecidiyeköy yönüne giderken sağda kalır. durakta inip köprüden yana geçildiğinde zaten hemen hastanenin girişini görmüş oluyorsunuz. Okmeydanı SSK hastanesinin karşısında.





herkese sağlıklı günler

2.9.09

Alacakaranlık- Twilight








Filmin Özeti:

Annesiyle birlikte Phoenix’te yaşayan Isabelle “Bella” Swan, annesinin başka bir adamla evlenmesi üzerine babasının yanına Washington’ın Fork kasabasına taşınır. Edward ise, küçük kasabasında yıllardan beri ailesiyle yaşayan bir vampirdir. Uzun süre vampir kimliklerini saklamış olan aile, insan kanı içmeden, insanlara zarar vermeden sakin bir hayat sürmektedirler.

Yeni başladığı okulunda tanıştığı Edward’a aşık olan Bella, bir süre sonra Edward’ın vampir olduğunu öğrenmesine rağmen ondan vazgeçemez. İkili arasında tehlikeli ve tutkulu bir ilişki başlar. Çok geçmeden ortaya çıkan Cullens Ailesi’nin düşmanları Edward’ın zayıf noktasına saldıracaktır, yani Bella’ya..

özetle (Bella'dan): Üç şeyden emindim. Birincisi Edward bir VAMPİRDİ...İkincisi, ne kadar baskın olduğunu bilemesem de onun bu vampir yanı KANIMA susamıştı. Üçüncüsü ise, koşulsuz ve geri dönülemez bir şekilde ona AŞIK olmuştum.

Bence:

İzlenebilir, çok aman aman değil. Çok özel bir senaryo, müzik falan yok. Değişik bir aşk filmi. Ha devamı olacak Yeni Ay çıktığında izlemeyi düşünüyorum.

Oyunculardan dolayı etkileyici olduğunu düşünüyorum. Özellikle Edward (vampir rolundeki başrol erkek oyuncu) kesinlikle çok iyi oynamış, özellikle bakışlar çok etkileyici.

Bazı sahneler güzel:

- Edward'ın Bellayı sırtına alıp dağın zirvesine çıkarışı,

-çam ağacı üzerinden doğayı seyrediş.





Alacakaranlık -STEPHENIE MEYER

1.9.09

Milyoner - Slumdog Millionaire

"Milyoner" 2009'da,4 Altın Küre, 7 Bafta ödülünün ardından En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu, En İyi Özgün Müzik, En İyi Şarkı ve En İyi Ses Miksajı dallarında 8 Oscar birden kazandı.


Filmin özeti:

Jamal Malik Mumbai'nin gecekondu mahallelerinden birinde yaşayan 18 yaşında bir yetimdir. Hindistan'da katıldığı bir bilgi yarışmasında 20 milyon rupe kazanmasına sadece bir adım kalmıştır.

Şovun o gecelik bitmesinin ardından Jamal, eğitimsiz olan birinin bu kadar büyük başarıyı ancak hile yoluyla gösterebileceğinden şüphelenilip tutuklanır. Ama yarışmadaki her sorunun cevabıyla o gece Jamal'ın inanılması zor gerçek hikayesi ortaya çıkacaktır. Fakat sadece bir soru gizemini korur...

Slumdog Millionaire, renkli, masalsı ama aynı zamanda son derece gerçekçi bir film. Gerçek dünya ile renkli masallar arasındaki uçurum bu filmde yok. Sokaklarda adeta pisliğin içinde büyüyen, hayatı boyunca aynı kişiyi seven ve onu hayatının amacını yapan bir gencin, parayı, şöhreti ve diğer imkanları iterek "anlamlı" bir hayat yaşama çabasını anlatıyor.


Bence:
Güzel bir film olmuş. İzlenmesi gerekir. senaryo çok güzel düşünülmüş.

aklımda kalan sahnelerden biri Jamal'in abisi Salim'in para dolu kuvetin içinde ölmesi. herşeyi(Kardeşinin gözünün kör edilmesini engellemişti bu istisna) para, şöhret, rahat bir yaşam için yapmıştı. ama bunun bir mutluluk getirmediğini gördü ve kızın gitmesine izin verdi. tabi bu onun öldürülmesi demekti. uğruna yaşadığı paralar içinde can verdi ona bir faydası olmadı.



Filmdeki Jamal,Salim, Latika'yı canlandıran çocuklar çok harika bence büyüklerinden daha çok yakışmışlar :)


20.8.09

Çocuğunuza bir web sitesi açmaya hazır mısınız?

"Şimdi çocuğunuza/bebeğinize bir sayfa oluşturabilirsiniz. Çocuğunuza bir sayfa açarak ona hergün birşeyler yazabilir, resimlerini yükleyebilir ve çocuğunuza ailesini tanıtabilirsiniz. Aynı zamanda haftalık olarak çocuğunuzun boy ve kilo miktarlarını düzenli olarak girerek çocuğunuzun gelişimini canlı olarak izleyebilirsiniz. Gelecekte o da bu sayfaya bakarak ailesinin ona yazdıklarını okur ve bir web sayfası olur!"

kulağa hoş geliyor değil mi? daha önce ABD de yaşayan bir arkadaşım googlun bir servisi ile açmışltı böyle bir sayfa bana çok ilginç gelmişti. şimdi ise bir türk sitesi yardımı ile oluşturabiliyorsunuz üstelik tasarım da çok güzel.
eğer açmak istiyosanır biraz acele etmelisiniz. çünkü siteyi çcocuğunuzun adı ile açmak isterseniz isim daha önce alınmış olma ihtimali çok yüksek. mesala ben yusuf ile açmayı düşünüyordum bide baktım yusuf.cocuk.com açılmış :(



14.7.09

"Bardak" olmayı bırak "Göl" olmaya çalış

ISTIRAB

Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağını tuz almaya gönderdi. Yaşamındaki her şeyden mutsuz olan çırak döndüğünde, yaşlı usta ona, bir avuç tuzu, bir bardak suya atıp içmesini söyledi. Çırak, yaşlı adamın söylediğiniyaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.

"Tadı nasıl?"diye soran yaşlı adama öfkeyle
"Acı" diye cevap verdi.

Usta kıkırdayarak çırağını kolundan tuttu ve dışarı çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de bir avuç tuzu göle atıp, gölden su içmesini söyledi. Söyleneni yapan çırak, ağzının kenarlarından akan suyu koluyla silerken aynı soruyu sordu:

"Tadınasıl?"
"Ferahlatıcı" diye cevap verdi genç çırak.
"Tuzun tadını aldınmı?" diye sordu yaşlı adam,
"Hayır" diye cevapladı çırağı.

Bunun üzerine yaşlı adam, suyun yanına diz çökmüş olan çırağının yanınaoturdu ve şöyle dedi:

"Yaşamdaki ıstıraplar tuz gibidir, ne azdır, nede çok. Istırabın miktarı hep aynıdır. Ancak bu ıstırabın acılığı,neyin içine konulduğuna bağlıdır. Istırabın olduğunda yapman gereken tek şey ıstırap veren şeyle ilgili hislerini genişletmektir. Onun içinsen de artık bardak olmayı bırak, göl olmaya çalış."

10.7.09

"Evrenin Işığı"- "Kolsuz Kapı" tablosu üzerine



kolsuz kapı başlığı ile maillerde dolaşan bir resim ve yanında hikayesi var. hikaye çok hoşuma gitti. blogumda yayınlamak için maili saklamıştım. Yayınlamadan önce ise bu tarz bilgileri internette biraz araştırmayı tercih ederim, zira maillerin doğruluğuna artık inanamayan bir insanım. ( malesef hergün onlarca mail geliyor, gerçekten doğru, ben baktım, aslında göndermem ama bu doğru başlıkları ile üstelik. bu mailler için bakınız lütfen: http://cetinz.blogspot.com/2007/10/mail-adresleri-nasl-toplanp-satlyor.html ).





araştırma sonunda şunlar ortaya çıktı, tabi buda %100 doğrumu bilmiyorum ama doğruluğu daha yüksek. zira wikipedia da evrenin ışığı adıyla yayınlanan resim başka ve wikipedia da bakarsanız ressamın resimleri arasında yanlış bir şekilde dağıtılan resim de yok.:

bu maille gelen hikaye ile birleştirilip kart şeklinde hazırlanan yanlış resim:





hikayesi:


19. yüzyilin büyük Ingiliz ressamlarindan William Holman Hunt'in, bir bahçeyi tasvir eden bir tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu. Hunt'in "Kainatin Isigi" adini verdigi bu tabloda geceleyin elinde duran fenerle bahçede duran filozof kilikli bir adam görülüyordu. Adam, serbest kalan eliyle bir kapiyi vuruyor ve içeriden bir cevap bekler gibi görünüyordu. Tabloyu tetkik eden bir sanat elestirmeni Hunt'a dönerek:"Güzel bir tablo dogrusu, ama manasini bir türlü kavrayamadim" dedi, "Adamin vurdugu kapi hiç açilmayacak mi? Ona tokmak takmasini unutmussunuz da...."Hunt gülümsedi: "Adam alelade bir kapiya vurmuyor ki...." dedi. "Bu kapi, insan kalbini temsil ediyor. Ancak içeriden açilabildigi için disinda tokmaga ihtiyaç yoktur?".


burdan gerisi bir kaynaktan :


Öncelikle vereceğim haber; yukarıdaki resimle beraber açıklamasına yer verilen Evrenin Işığı adlı resmin o resim olmadığıdır, resmin kendisi şu sağda gördüğünüz resimdir. Sizler de takdir edersiniz ki yukarıdaki resimde adamın elinde fener falan bulunmamaktadır. Alıntı açıklama yandaki resime aittir. Yukarıdaki resim de oldukça ilginç ama kimin olduğunu bulamadım. Sanatsever arkadaşlarımızı bir yanlıştan kurtararak web sitelerinde takdirlerin ayyuka çıktığı değerlendirmeleri asıl eserin görmesi temennisindeyim.

Bu kadar sanatsever insanın kalbini hafiften kırdıktan ve Hunt'ın hakkını Hunt'a verdikten sonra geleyim asıl meseleye, yani insan kalbi olduğu yorumlanan kapıya. Sanatçı tam olarak o kapıyı insan kalbiyle özdeşleştirmiş midir bilemem ama ben kolsuz-kolçaksız-tutacaksız kapının insan kalbinden ziyade ölümü temsil ettiğine inanıyorum.

Çünkü ölümün kapısı, siz kendinizi öldürmüye karar verdiğinizde açılmaz. Eğer ölüm size gelmemişse sizin onun kapısının önünde zırlamanız, ağlamanız, kendinizi parçalamanız fayda vermez. Ölümün kapısı sizin isteğinizle açılmaz. İster kibarca, isterseniz en vahşi yolla deneyin, zamanı gelmediği sürece ölüm size kapısını açmayacaktır. Gerçek tek taraflı kapı ölümün kapısıdır.

kaynak: http://www.nebilim.net/2007/12/gerek-evrenin-i-ve-kolsuz-kapyla-ilgili.html

14.6.09

Cennetin Krallığı

kesinlikle izlenmesi gereken bir film. heleki Selahattin Eyyubi ile kahramanın şehri teslim etme zamanındaki konuşması harika. İyi ki Selahattin Eyyubi tarafındayım.


bazı cümleler:
-dünyayı daha iyi yapmayan insan değildir. (demircinin dükkanında yazıyor.)
-

deavı yarın :D

Kitap Dünyam

okuduğum kitaplar ve bunların zihin süzgecimden sızıntıları için yeni bloguma beklerim.

http://kitapdunyam.blogspot.com/

2.6.09

Carnegie Mellon Üniversitesi'nin Kanser Hastası Olan Öğretim üyesinin 'Son Ders'i

Son Ders

notlar:

- tecrübe istediğinizi elde edemediğinizde kazandıklarınızdır.

-bir işi kötü yaptığında kimse uyarmıyorsa senden umudu kesmişler demektir.

-yolumuzdaki engellerin bir amaca hizmet ettiğini, bizi yoldan ayırmak için değil, devam etmeyi ne kadar istediğimizi görmemiz için bu engellerin yolumuzda olduğunu.

-bir gün eve geldiğimde doktora sınavlarının ne kadar zor olduğundan şikayet edip, sızlanmaya başladım. annem kolumu sıvazladı ve 'ne hissettiğinizi biliyoruz. Babanın senin yaşındayken 2. dünya savaşında Almanlarla savaştığını unutma'

- annemle bababım yapmama iizn verdiği en güzel şey, odamın duvarlarını boyamama izin vermeleriydi, yaratıcılığımı ifade etmemim, duvarın bozulmamış yapısından daha önemli olduğunu düşünmüşlerdi.

- yalnızca doğruyu söyleyin.

-özür dileyin, iyi bir özürde üç kısım vardır: Üzgünüm. Benim hatamdı. Hatamı nasıl düzeltebeilirim. çoğu kişi 3. kısmı atlıyor, samimiyet de buradan anlaşılıyor.

27.5.09

Kızım neden evlenmiyor! / Bilimsel Yaklaşım

Bir dostum ile yürüyüş yapıyorum. Karşıdan bir yaşlı teyze ve onun koluna girmiş torunu geliyor. Konuşmak istiyorlar, durup merhabalaşıyoruz. Teyzemin torunu askerden yeni gelmiş. Piyasalara da çok meraklı...

Biraz konuştuktan sonra torunu yaşlı teyzeme dönüyor ve şakayla karışık “Anneanne ne istiyorsan sor, sonra bana sorma, Yiğit Bey her şeye cevap verir” diyor!

Teyzemin “askerden” dönen torunun “işsiz” olmasıyla bir derdi yok!

Onun üzüntüsü “bir bankada iyi bir pozisyonda olan diğer kız torununun evlenmemesi!” Madem öyle “Her şeyi biliyorsun, söyle bakalım evladım” diyor 30’u da geçti, benim kız neden evlenmiyor!

Sevgili dostlar, “rakamlarla aramız” iyi ya! O zaman bu soruya da “sayılarla” cevap vermek bize yakışır! Torun Ayşe neden evlenmiyor veya “istediklerimiz” neden olmuyor! Siz de “kendinize” göre aşağıdaki listeye bakın ve hesabınızı yapın!

Detaya geçmeden “matematiksel” olarak kullanacağımız bir “gerçeği” tarif etmem gerekli. Bir olayın “hayata geçme-meydana gelme-gerçekleşme” olasılığı, başka bir olaydan etkilenmiyorsa; “bunlara birbirinden bağımsız olaylar” diyoruz. Örneğin “hem kırmızı” hem de “ön camı çatlak” bir araba bulma ihtimalimiz birbirinden “bağımsız” ve “aynı anda” gerçekleşme “ihtimali” matematiksel olarak birbirinin çarpımına eşit...

Şimdi gelelim torunun “neden” evlenmediğine! Soruyorum “Teyzecim, torun evleneceği kişide ne arıyor?” O başlıyor saymaya, ben de “matematik” formülü yazmaya!

1- Torun iyi bir bankada “yönetici” ve 4.000 TL kazanıyor... Aradığı kişinin “kendinden fazla kazanmasını” istiyor... Türkiye’de her 10 kişiden ancak 2’si “ayda 4000 TL’nin üzerinde kazanca” sahip!

2- Aradığı kişinin 30 yaşın üstünde ama 42 yaşın altında olmasını istiyor. Türkiye’de bu aralığa girenleri sayısı her 10 kişide ancak 2 kişi.

3- Üniversite mezunu olsun istiyor. Hatta “master” istiyor. Üniversite mezunu yine 10 kişide 2 kişi, master da eklersek 10’da 1’in altına iniyoruz.

4- Sigara içmeyen arıyor. Burada şanslı. 10’da 5’lik bir “içmeme” oranı hâlâ var!

5- Boyu “Türkiye standartlarına” göre uzun olsun istiyor. 10 kişide 2 kişi “uzun” denebilecek bir boya sahip.

6- Fiziki görünüşü “düzgün” olsun en önemlisi “kilolu” olmasın istiyor. Yine aynı şekilde 10 kişide 3 kişi “normal” bir “zayıflığa” sahip.

Daha birçok “özellik” var ama “onları” saymadım! Şimdi bu standart gibi görünen özellikle gelin bir hesap yapalım “torun neden evlenmiyor”!

Ne demiştik; “birbirinden bağımsız olayların gerçekleşme ihtimali birbirinin ihtimal değerlerinin çarpımına eşit!” Formül ve sonuç çok açık: Torunun aradığını bulma olasılığı yukarıdaki “olasılık” ifadelerin birbiriyle “çarpımına” eşit!

Evet, bu “standart” veriler ile birlikte düşünüldüğünde, içinde “fiziksel, bölgesel, kültürel” başka detaylar olmadığında bile çıkan sonuç yaklaşık 1/8.000-10.000 aralığı...Daha değişik bir ifadeyle: 8 bin ile 10 binde 1 kişi “torunun aradığı” kişi olma “potansiyelini” taşıyor! Buna “az bulunan” örneğin, 2/10’luk bir özellik eklediğimizde 50 binde 1 kişiye, bir özellik daha eklediğimizde 100 binde 1’lere kadar çıkabiliriz...Burada bir not düşeyim; “torunun tam istediklerini” matematiksel olarak yazınca “440 binde 1” çıkan net sonuç!

Peki Türkiye’de 40 milyon erkek ve ortalama 1/50.000’lik bir “aradığınızı bulma katsayınız” varsa, size uygun kaç “eş” var ? O da çok açık ve net; 40 milyon/ 50 bin! Yani sizin istediğiniz “her şeyi olan sadece” 800 “kişi” var!

Sevgili dostlar, yukarıda okuduklarınıza “ilk görüşte” inanamayabilirsiniz “ama” matematik bilimi “kesin olarak” bu sonuçları veriyor! Şimdi daha iyi anlayabilir ve anlatabiliriz teyzemize “torunu” neden evlenmiyor!

Sonuç: Yaşadığımız “gerçekler” ile “beklentilerimiz” her alanda uyuşmayabilir! Matematik bilimi bizi “ümitsizliğe de” itebilir! Ama bir de gerçek var: matematik “olmaz” der ama mucize gibi bir anda oluverir! Bilim buna kuantum, kaos, belirsizliğin çökmesi der, Din ise kader! Olmaz denen bir anda oluverir!

Son söz: Sayıların bittiği yerde, bizim aklımızın ermeyeceği başka dinamikler başlar! Orası ayrı bir “tartışma” konusu, isterseniz o konuya da gireriz...

Yiğit Bulut

21.5.09

Sıcak süte bal katmak 'zehir etkisi' yapıyor

ilk duyduğunuzda hadi canım, eskiden hep böyle yaparmış diye tepki vereceğiniz bir cümle süte bal katmak zehir etkisi yapıyor...

başlığa bir daha bakalım, sıcak süte ...

dün akşam teyzem hasta olduğum için bal süt verecekti yalnız kuzenim zehirli olduğunu söylemiş bense pek inanmadım ama içmedimde. kuzenim işten dönünce sordum kimden duydun diye, ziraat mühendisi bir arkadaşımızdan duyduğunu söyleyince olabilir dedim. tabi ben artık ballı sütümü içtim ama ILIK SÜT+BAL olarak. işte haberin kaynağı...


Sıcak süt ve bal karışımının tehlikeli olduğu ortaya çıktı.
Fatih Üniversitesi Hastanesi Başhekim Yardımcısı Bünyamin Işık, "Sıcak bir sıvıyla karıştırılan bal zehirleyici etkiye dönüşür." dedi. Işık, balın ılık sütle birlikte içilmesini öneriyor. Sıcak süte katılan bal zehirleyici olabilir."

Kış aylarında anne-babalann çocuklarına sıklıkla içirdiği sıcak süt ve bal karışımının çok riskli olduğu ortaya çıktı. Soğuk algınlığı tedavilerinde kullanılan bu yöntem, balın zehir hükmüne geçmesine sebep olabiliyor. Sıcak sıvılarla karıştırıldığında besin değerini kaybeden balın ılık sütle içilmesi tavsiye ediliyor.

Fatih Üniversitesi Hastanesi Başhekim Yardımcısı Bünyamin Işık, "Çocukların gelişimi için ballı sütü hekimler olarak hepimiz tavsiye ediyoruz. Ancak sıcak bir sıvıyla karıştırılan bal zehirleyici etkiye sahip olur." uyarısında bulundu. Kemik gelişimi için bire bir olan bal, kaynayan suyla karıştırıldığında enzim ve mineral özelliklerini yitiriyor. Geriye gıdanın posası kalıyor. Böyle durumlarda sıcak sütle karıştırılan bal, içenlerde ağırlık hissi uyandırıyor. Mide bulantısı ve baş dönmesiyle başlayan süreç kusmaya kadar gidiyor. Balın dezenfektan ve antiseptik özelliğiyle stresle mücadelede etkin sonuçlar verdiğini söyleyen Işık, diğer tatlıların aksine dişleri temizleyip parlatan doğal bir macun olduğuna da dikkat çekiyor.

kaynak: http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=657357&keyfield=53C4B163616B2073C3BC74652062616C20

9.3.09

Fırında Alabalık



bu hafta sonu fırında alabalık yaptım, enfes oldu. Bloguma şimdiye kadar hiç tarif yazmamışım, bu enfes balıktan sonra yazmaya karar verdim :D ve buyrun ilk yemek tarifimiz: Fırında alabalık

malzemeler :
kişi sayısınca alabalık (okadar güzel oluyorki 2 tane bile yiyebilirsiniz )
orta büyüklükte balık sayısı kadar patates (balık varken patetes mi yenir diyenler varsa balığın yanına güzel gittiğini söyleyeyim.) soğan, sarımsak, domates, toz biber, karabiber, kekik, zeytinyağı
yapılışı:
öncelikle balıkların ortada bel kemiği dahil temizlenecek. Balık, halka halka doğranmış soğan, sarımsak, toz biber, karabiber, kekik(zahter) ve zeytin yağı ile karıştırılıp terbiyelenecek. (yarım saat kadar).
patetesler yuvarlak yuvarlak doğranacak. fırın tepsisine yağlı pişirme kağıdı (kesinlikle tavsiye ediyorum, tepsiye yapışmıyor, temizlemeside kolay oluyor) serilecek. üzereine yuvarlak patetesler döşenecek. balıkların içi üste gelecek şekilde pateteslerin üstüne yerleştirilecek. terbiyedeki soğan ve sarmısaklarda balığın üzerine döşenecek. ve yine üstüne yuvarlak dilimlenmiş domatesler yerleştirilecek. fırına sürülecek.




pişincede afiyetle yenecek.
not: şimdiye kadar tarifi yarım bıraktığım için özür dilerim. ama ben nerden bileyim google da fırında alabalık tarifi diye aratınca benim bloğumun ilk 10 sırada çıkacağını ve bukadar çok ziyaretçisi olacağını : (
Dolasıyla daha önce gelmiş ama eli boş dönmüş ziyaretçilerimden özür diliyorum.

5.3.09

BİR MÜDDET ZEYTİN YİYECEĞİZ, SONRA...

Kendisini karşılayan sekretere; Nazif Beyle görüşmek istediğini söyledi. Bunun üzerine sekreter birden ciddileşti: "Nazif Bey mi?"dedi. "Evet, Nazif Bey!" diye cevap alınca, hüzünlü bir ses tonuyla "Nazif Bey sizlere ömür efendim, onu kaybedeli dört yıl oldu." dedi. Hiç beklemediği bu haberle bir acı saplandı yüreğine. "Ya, öyle mi...? diyebildi sadece.

Hicranlı bir suskunlukla bir müddet öylece kalakaldı. Gözlerine hücum eden yaşlar yanaklarından süzülüp göğsüne damladı. Kendisini Toparlayıp "Onun adına görüşebileceğim bir yakını var mı acaba?" diye sordu. "Evet var, oğlu Selim Bey....". Titrek bir sesle "Öyleyse Selim Beyle görüşebilir miyim?" dedi.

Görevli hanım,insanda saygı uyandıran bu kibar beyefendiye,"Selim Bey oldukça meşgul bir insan, randevusuz görüşmek pek mümkün olmuyor;ama ben yine de kendisine bir haber vereyim. " Dedi ve telefona yöneldi.. Sonra "Kim diyelim efendim?" diye sordu. "Kendimi ona ben tanıtmak istiyorum kızım." cevabı üzerine sekreter dahili telefonu çevirdi. Daha sonra mütebbessim bir çehreyle, "Selim Bey sizinle görüşmeyi kabul etti lütfen beni takip edin." Dedi. Beraber merdivenden çıktılar.İnce bir zevkle döşenmiş geniş bir salondan geçip büyük bir kapının önünde durdular, sekreter kapıyı açarak, 'Buyurun!' dedi. O da içeri girdi. Kendisini ayakta bekleyen vakur ve mütebbessim gence doğru hızlı adımlarla yürüdü, elini uzatarak, "Merhaba, ben Prof. Dr. Mehmet Baydemir."dedi.
"Bendeniz de Selim Cebeci... Lütfen buyurun, oturun." dedi, genç iş adamı.
Mehmet Bey, kendisine gösterilen yere oturur oturmaz:
"Yirmi üç yıl, tam yirmi üç yıl... Vaktiyle bana burs verip okumama vesile olan insanın elini öpmek için bu ânı bekledim." dedi ve dudakları titredi,gözleri doldu. "Ama o büyük insanın elini öpmek nasip değilmiş, bunun için ne kadar üzgünüm anlatamam." Yaşarmış gözlerini kuruladıktan sonra Selim Beye döndü: "Fakat en azından o büyük insanın mahdumunun elini sıkmaktanda bahtiyarım."
Misafirin bu sözleri üzerine Selim Bey yerinden fırladı, kulaklarına inanamıyordu. Kelimelerinin
her biri birer hayret nidâsı gibi dizildi cümlelerine: "Mehmet Baydemir demiştiniz değil mi, Tosyalı Mehmet Baydemir mi?"
Profesör, delikanlının bu heyecanlı haline bir anlam veremeyerek başıyla "Evet" dedi. Bunun üzerine Selim Beyin gözleri sevinçle parladı.

"Babamla sizi uzun yıllar aradık; amabulamadık." dedi.

Profesörün yanına gelerek iki eliyle elini tuttu, candan bir dost gibi sıktı ve "Sizi karşıma Allah çıkardı." dedi. Bu sözler profesörü çok şaşırtmıştı.

"Uzun yıllar beni miaradınız? Peki ama neden?" dedi.

Selim Bey gülen gözlerle profesöre bakarak "Bizdeki emanetinizi vermek için..." deyince, profesörün şaşkınlığı iyiden iyiye arttı.

"Emanet mi?" dedi.

Selim Bey cevap vermeden yerine geçip telefonu çevirdi.

Karşısındakine "Gelebilir misiniz?" deyip telefonu kapattı. Mehmet Bey, şaşkın gözlerle Selim Beye bakarken kapı çalındı, odaya iyi giyimli bir bey girdi.

Selim Bey ona yanına gelmesini işaret etti, sonra kulağına bir şeyler fısıldadı. Gelen kişi bir şey söylemeden geldiği kapıya yöneldi. O çıkarken Selim Bey, misafiriyle tatlı bir sohbete başladı.Sohbetleri koyulaştıkça, çehrelerindeki şaşkınlık, yerini birbirlerine Hasret kırk yıllık ahbapların yeniden buluşmalarındaki sevinç, samimiyet ve güvene bırakmıştı. Mehmet Bey yurt dışındaki tahsilinden, araştırmalarından ve yirmi üç yıl boyunca her yıl büyüyen
memleket hasretinden bahsetti. Sonra Nazif Beyin duvardaki portresini göstererek,
"Bu günlerimi şu büyük insana borçluyum." dedi. "Bana yalnızca maddî destek vermedi, mânen de beni hiç yalnız bırakmadı. Yurt dışında tahsil görürken yanlışa her yeltendiğimde hayalen yanımda hazır oldu. 'Sana bunun için burs vermedim.' diyerek bana istikamet verdi. Ona her namazımda dua ediyorum."

Dedi ve gözlerini Nazif Beyin duvardaki fotoğrafına mıhladı. Sonra gözleri portrenin altındaki ilk anda mânâ veremediği diğer tabloya kaydı. Son derece şık bir çerçevenin içinde, bazı yerleri yamalı ve tamir görmüş oldukça eski bir çift çorap duruyordu.

Biraz daha dikkatli baktığında çerçevede bazı cümlelerin de sıralandığını fark etti:

"Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra..."

Selim Bey, kendisine bir soru sorduğu için başını ona çevirdi; fakat aklı tabloda kalmıştı. Selim Beye cevap verirken tabloya bir daha baktı. İkinci cümle de birinci cümle gibi üç nokta ile bitiyordu:

"Bir müddet sabredeceğiz, sonra..."

İyice meraklanmıştı. Bu ilk görüşmeleri olmasaydı, yanına Gidip tabloyu iyice inceleyecekti; Fakat bu uygun düşmez, düşüncesiyle Yalnızca sohbet arasında göz ucuyla merakını gidermeye çalışıyordu. Ancak her seferinde biraz daha artan bir merakın içinde kalıyordu. Üçüncü cümlede:
"Bir müddet yürüyeceğiz, sonra..."

Diye yazıyor ve altta böyle birkaç cümle daha sıralanıyordu. Artık aklı hep tablodaydı. Sonunda dayanamayıp,

"Selim Bey merakımı mazur görün. Şu tabloya bir mânâ veremedim." Dedi. Selim Bey kendisine has bir gülüş ile misafirine baktı, derin Bir nefes alarak "Malumunuz, babam varlıklı bir insandı. Oldukça iyi bir hayatımız vardı.Sonra ne olduysa her şeyimizi kaybettik. O zenginlikten geriye hiçbir şey kalmadı. Köşkümüzdeki hizmetçiler de gitti. Yemekleri artık annem yapıyordu. Hatırlıyorum da bir sabah, kahvaltıya sadece zeytin koyabilmişti. O zengin kahvaltılarımıza bedel, yalnızca zeytin... Şaşkınlık içinde, 'Başka bir şey yok mu?' diye sormuştum. Bu soru karşısında annemin hüngür hüngür ağlayışı gözümün önünden hiç gitmiyor. Annemin ağlayışına mukabil babam: 'Bir müddet zeytin yiyeceğiz, sonra...' dedi ve durdu, güçlü bakışlarını üzerimizde gezdirdi, 'Alışacağız.' dedi.

Ve iştahla bir zeytin alıp ağzına attı. Birkaç gün sonra haciz memurları gelip köşkümüzü de elimizden aldılar. Kenar bir mahallede küçük, eski bir eve taşındık. Doğru dürüst bir eşyamız da kalmamıştı. Annem bezgin bir sesle: 'Bu evde hiçbir şey yok! Burada nasıl yaşayacağız.' Diye haykırdı.Bunun üzerine babam: 'Bir müddet sabredeceğiz, sonra alışacağız.' dedi.

Gittiğim özel okuldan ayrılmış, bir devlet okuluna yazılmıştım. Sabahleyin okula servisle gitmeyi umarken, babam elimden tuttu, 'Bu ilk günün, okula beraber gideceğiz.' dedi.Yürümeye
başladık. Okul oldukça uzak gelmişti bana, yorulup geride kaldığımı hatırlıyorum. Babam kim bilir hangi düşüncelere dalmıştı. Geride kaldığımı fark etmemişti. Biraz sonra fark edince bana döndü. İsyan dolu bakışlarımı yüzünde gezdirdim. Bir an bana ızdırapla baktıktan sonra, yanıma geldi. Bir şey söylemesine fırsat vermeden, kızgın aynı zamanda nazlı bir tavırla, 'Yoruldum.' dedim. Babam oldukça sakin bir şekilde: 'Bir müddet yürüyeceğiz,sonra alışacağız.' dedi.

Babam her sabah erkenden çıkıyor, geç saatlerde ancak dönüyordu. Döndüğünde ise küçük odaya çekiliyor, bazen saatlerce orada kalıyordu. Çoğu zaman buradan gözyaşlarıiçerisinde çıktığını görüyordum. Bir gün, merakıma yenilip babamın küçük odasına girdim. Yerde bir seccade, seccadenin üzerinde de bir tespih vardı. Duvarda ise Arapça bir ibarenin altında şu yazı vardı: 'Allah borcunu ödeme niyetinde olanın kefilidir.'

Babamın dediği gibi oldu, zor da olsa zamanla alıştık. Bu hal birkaç yıl sürdü.Bir gün babam eve çok farklı bir yüz ifadesiyle geldi. Ağlamaklı bir yüz ifadesi vardı. Her birimize bir paket getirmişti. Köşkten ayrıldığımız günden beri ilk defa paketlerle eve geliyordu. Bizi bir araya topladı.

'Bugün, benim için ne mânâya geliyor biliyormusunuz?' dedi, kelimeleri boğazına düğümlendi, gözlerine yaşlar hücum etti. Sözlerini kesmek zorunda kaldı. Her birimize hediyelerimizi teker teker verdi ve bizi ayrı ayrı kucaklayıp yanaklarımızdan öptü, kendisi de bir koltuğa oturdu. Cebinden gazeteye sarılı bir şey çıkardı. O sırada da ağlıyordu. Hepimiz şaşkınlık içinde babama bakıyorduk. Gazeteyi açtı, içinden bir çift yeni çorap çıkardı. Bu gözyaşlarıyla, bir çift çorabın alâkasını kurmaya çalışırken babam, beklemediğimiz bir şey yaptı.Çorabı burnuna götürdü, kokladı, kokladı. Arkasından hıçkırarak ağlamaya başladı. Hepimiz şok olmuştuk, tek kelime bile söylemeden bekledik. Babam nihayet kendisini topladı ve 'Bir zaman önce, büyük bir borcun altına girmiştim. Borcumu ödeme niyetiyle yeniden çalışmaya başladığım zaman kendi kendime 'bütün kazancım, borçlarımı ödeyinceye kadar alacaklılarımın hakkıdır. Onların hakkını vermeden ayağıma bir çorap almak bile bana haram olsun.' demiştim. Bugün iseAllah'ın
yardımıyla, borcumu bitirdim. Artık kimseye tek kuruş borcum kalmadı." dedi. Sonra gözyaşları içinde ayağındaki çorapları çıkarıp yeni çoraplarını giydi. Ben de o eski çorapları hem aziz
bir baba yadigârı, hem de bir ibret nişanesi olarak sakladım.
Bu çoraplar her gün bana: 'Paralarını ödeyinceye kadar bütün kazancım alacaklılarının hakkıdır.' diyor".
Selim Beyin bakışları bilinmez âlemlere dalarken o, nemlenen gözlerini kuruladı, sonra dönüp duvardaki siyah-beyaz fotografa hayran hayran baktı.

"Babanız sandığımdan da büyükmüş Selim Bey. Ben olsaydım öyle müreffeh bir hayattan sonra anlattığınız gibi bir darlıkta, herhalde çıldırırdım."

Selim Beye döndü ve "Siz ne yapardınız?" diye sordu.

Selim Bey kendisine has tebessümü ile: "Bir müddet zeytin yerdim, sonra..."dedi ve gülümsedi.

O sırada kapı çalındı, biraz önceki beyefendi elinde bir kutuyla içeriye girdi. Kutuyu Selim Beyin masasına bırakıp çıktı. Selim Bey yerinden kalkıp kutuyu alarak Mehmet Beye uzattı.

'Buyurun, yıllarca size vermek istediğimiz emanetiniz.' dedi.
Mehmet Bey bilinmez duygular içerisinde kutuyu açtı. İçinden kadife bir kese çıktı. Keseyi açıp içini kutuya boşalttığında merakı iyiden iyiye arttı. Keseden birkaç tane cumhuriyet altını ile bir not çıkmıştı. Mehmet Bey hassasiyetle katlanmış kâğıdı açıp okumaya başladı.

Sevgili Mehmet Bey oğlum,
Bazen istediğimizi yaparız, çoğu zaman da mecbur olduğumuzu... Tahsil hayatınız boyunca size burs vermeyi taahhüt etmiştim. Ancak eğitiminizin son altı ayında size burs verme imkânını bulamadım. Bir müddet sonra imkânlarıma yeniden kavuştum; lâkin bu sefer de size ulaşamadım. Dolayısıyla size borçlandım ve borçlu kaldım. Eğer böyle bir borcu gözyaşı ve ızdırapla ödemek mümkün olsaydı,ben bu borcu fazlasıyla ödemiş olurdum. Zira sevgili oğlum, bu altı aylık zaman diliminde bursunu verememenin ızdırabıyla kaç gece ağladım.

Her neyse, bursunuzu tarihlerindeki değeriyle altına çevirdim. Bu ltınlar sizindir. Bunlar elinize ulaştığında, borçlarımın tamamını ödemiş olacağım.

Sevgilerimle, Nazif Cebeci.

Mehmet Bey neye uğradığını şaşırmıştı. Bu büyük insanın yüceliği karşısında bir çocuk gibi yalnızca ağlıyor, ağlıyordu. Selim Bey de bir hayli duygulanmıştı. Onun da yanaklarından yaşlar
süzülüyordu. Bir ara yaşlı gözlerle babasının siyah-beyaz portresine baktı.

Kendisine yıllarca hüzünle bakan gözleri, bu sefer sevinçle bakıyor gibiydi.

22.2.09

Bay Bay - Doğru Yazalım Doğru Konuşalım

Çiçekçiye uğramıştım. Alacağım çiçeği seçerken benden önce alışverişini yapıp ayrılan müşteri çiçekçiye bay bay dedi. Sık sık kulağıma çarpan bu İngilizce kelime iyice beni rahatsız ediyordu. Sağa dönsem bay bay, sola dönsem bay bay. Çocuklara öğretilen ilk söz bay bay. Eskiden çocuğa “Hadi babana baş baş yap”, “Hadi kardeşe baş baş yap” derdik. Benzeri sözler unutulup gitti. Kalın sağlıcakla, hoşça kal, hadi eyvallah, Allaha ısmarladık gibi ayrılırken söylenen daha başka vedalaşma sözleri varken toplumumuzda bugün bu sözlerin yerini bay bay almaya başladı.
Çiçekçiye sordum:
- Bu beyefendi size ne dedi?
- Bay bay dedi.
- Bay bay ne demek? diye sordum.
- Canım anlarsın “eyvallah” yani.
- Peki niye eyvallah demedi de bay bay dedi?
Üstelediğimi görünce çiçekçi işi şakaya vurmaya başladı. Ben ciddileşince:
- Canım bize demedi şu çiçeklere dedi.
Bu sözüyle beni teskin etmeye, konuyu değiştirmeye çalıştı ama tavırlarından da “Nereden çattık bu adama” der gibi bir tedirginlik yaşamaya başladı.
Çiçekçiyi bir köşeye çektim ve on, on beş dakika Türkçenin Cumhuriyet Döneminde nereden nereye geldiğini anlattım. Günümüzdeki batı kökenli kelimelerin Türkçe kelimeleri bir bir yok ettiğini, kullanımdan kaldırdığını belirttim.
-Bundan sonra sana bay bay diyenlere sen de benim gibi bu kelimenin ne demek olduğunu bilmiyormuş gibi davranıp “anlamadım” ya da “ben de senin” diye karşılık ver diyerek çiçekçiyle vedalaşıp dükkânından ayrıldım.


Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR

28.1.09

RND şirketi e-posta suistimal

Masumane bosch firmasının online bir oyununu oynadım. sonra o oyunda verdiğim mail adresime bilumum firmalara (T-box, Ottoman Empire T-shirts vs ) ait reklamlar gelmeye başladı.

reklamı gönderen adres xxx@mxpostarnd.com ilgili siteyi aratıyorum birşey çıkmıyor. http://www.rnd.com/ aratıyorum email,şifre soran sayfa çıkıyor.

sonunda sinirlendim ve t-box ı aradım, nerden buldunuz adresimi dedim. Sitelerimize girmişsinizdir dedi. hayır dedim kullanmadım. anlaşıldıki mailleri rnd firması aracılığı ile gönderiyorlar. telefonunu verin firmanın dedim veremeyiz dedi.

araştırmaya devam edince rdn.com.tr adresindeki firmanın benim aradığım şirket olduğunu anladım. referanslarında habire bana mail gelen siteler var.
http://www.rnd.com.tr/referanslar/default.aspx

aradım bunları, dedim tamam ben boscha mailiverdim de diğerlerine nasıl dahil ediyorsunuz.

- bi şekilde veri tabanına girmiş mail adresiniz dedi bayan.

le havle, bu nasıl veritabanı tasarımı ya. baya bi kızdım, bende bilgisayar mühendiyim dedim ,tutsanıza adam gibi nerden mail alamk istiyorum,neye kayıt olmuşum.

niye tutsunki topladığı mail adreslerini başka firmalara satıyor işte.

-listden çıkmayı talep edin, maillerin altında link vardır dedi bayan.

okadar çok tıkladım , tüm listelerden çık dedim, seçili listeden çık dedim. tık yok. bide listeden çıktınız diye mesaj da veriyorlar üstelik.

masum bir oyun sanmayın, öyle heryere mail adresinizi vermeyin. Bosch firmasınıda arayıp, ben sana güveniyorum sen niye racı firma kullnıp maillerim toplanmasını sağlıyor diyeceğim bakalım onlar ne diyecek.

İlgili Yazılar

Related Posts with Thumbnails